9 Temmuz 2019 Salı

Ötüken Ormanları


“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” Nazım Hikmet Ran’ın bu güzel dizesi aklımın girdaplarında dolanıp duruyor uzun zamandır. İnşaatlar için kesilen ağaçları, yok edilen ormanları gördükçe beynimin kıvrımları arasında yankılanması dayanılmaz bir boyuta geçiyor bu güzel sözün.  “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” diye fetva veren Fatih’in ecdadına yakışmayan hareketlere şahit oluyoruz.  
Çok daha öncesine gidiyorum, Orhun yazıtlarında anlatılan “Ötüken Ormanları” geliyor aklıma. Yeni romanımdaki kurguyu yapabilmem için başlangıç seviyesinden çok daha fazla Türk tarihini öğrenmem gerektiği için bir süredir yoğun okumalar yapıyorum. Bir cinayet sonrası başlayan yolculukta kahramanlarımız Aya Sofya’dan Göbeklitepe’ye doğru yol alırken kendilerini Ötüken’in izinde kayıp Mu kıtasında buluyorlar. Daha doğrusu “Um”… Mu efsanedeki kayıp kıtanın yanlış okunuşu… Şu okuma işini bir becersek… Her şey çok daha güzel olacak sanırım.
Yolculukları sırasında uğradıkları Orhun Yazıtları, bugünkü Moğolistan’da, Baykal Gölü’nün epey güneyinde, Orhun Nehri vadisinde, Köşö Çaydam (Khöshöö Tsaidam, Koshu-Tsaidam) ve Ögii Gölü yakınlarında… Kül Tigin Yazıtı’nda konuşan kişi Bilge Kağan…  Göktürk Devleti’nin kuruluşu ve tarihi ile ilgili önemli bilgiler veriyor. Kül Tigin’in halkı için yaptıklarından, atalarından İstemi Kağan ve Bumin Kağan ile onlardan sonra tahta çıkan yöneticilerin başarısızlıklarından, kağanlık merkezinin Ötüken’den başka yere taşınmaması gerektiğinden bahsediyor. Türk tarihinde büyük devlet adamlarının kendi icraatlarından sonra halkına hesap vermesi oldukça sık rastlanan bir gelenek… Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutku’nu da bu bağlamda değerlendirmemizde fayda olmalı. Kudretli bir devlet adamının muhasebesi…
Gelelim Ötüken ormanlarına… Bilge Kağan Ötüken ormanlarından asla ayrılmayın diye uyarıyor halkını, kendisinden sonra gelecek olan kutlu yöneticileri… Hep düşünmüşümdür. Atatürk’ün “en az 7000 senelik Türk Yurdu” dediği Anadolu’yu, konargöçer atalarımızın binlerce yıl cirit attığı Avrupa’yı, Balkanlar’ı, Kafkaslar’ı saymazsak yurt edinilen, binlerce yıldır oldukça verimsiz ve çorak topraklar olan Orta Asya bozkırlarında bu sözü edilen orman nerede? Zaman içinde yok mu oldu? Baltalara ya da iklim değişikliklerine kurban mı gitti?
Alın size yanlış okumalardan birisi daha… Orhun Yazıtları 1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen ve Rus Türkolog Vasili Radlof tarafından çözülürken “rabbani kişi, kutlu insan” anlamına gelen Öğk veya ökkük türük nasıl uydurma bir şekilde Göktürk olarak okunmuşsa Ötüken Ormanları da aynı şekilde batılı bilim adamlarına kurban edilmiş. O günden beri Türk Kağanlığı’nın ismi literatürde Göktürk devleti olarak geçmektedir.
Orhun yazıtlarında geçen “Ötüken Yıs” ifadesi “Ötüken Ormanları” şeklinde çevrilmiş. Oysa Ne Ötüken diye bir yer var Orta Asya’da ne de orman anlamına gelen yıs kelimesi… Peki, gerçek anlamı ne?
Ötüken kelimesinin geçerli anlamına geldiğini söylüyor tarihçi ve dil bilimciler, yıs kelimesi ise kanun demekmiş. Yani Ötüken ormanları dediğimiz “Geçerli Kanun” anlamına geliyor. Töre… Anayasa…
Şimdi bir düşünsenize: Bilge Kağan Orhun Yazıtları’nda Ötüken ormanlarından sakın çıkmayın, ayrılmayın, mahvolursunuz demiş olabilir mi ortada tek bir ağaç bile yokken? Mevzu birkaç ağaç ya da orman meselesi değil sanki. Atalarımızın bize öğütlediği başka bir şey…
Yaşamak mümkündür bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, ötüken ormanlarında…  Kanunlara, yasalara, içtihatlara uyulduğu sürece…


Emre Gürcan  - 9 Temmuz 2019

2 Temmuz 2019 Salı

Cumhuriyet'in güzel çocukları


Yıllar önce… Güzel bir bahar günü hafta sonu tatili için ailecek bir ev kiralamıştık ormanın içinde. Rahmetli dedem, babaannem, annem, babam, kardeşim, amcam, yengem, maaile… Doksanların başı… Çok uzun zaman önce… Gece yakınımıza kadar gelen yılkı atlarının, kurtların, yaban domuzlarının sesleri ile birbirimizi korkutuyor, hikayeler anlatıyor, hoş sohbet içinde aile saadeti yaşıyorduk.
Hava soğuk… Yaz gelmemiş henüz. Isınmak gerekli. Evin erkekleri olarak ormanda dolaşıp çalı çırpı topladık. Çocuğum daha… Kozalak, dal parçası, odun parçaları… Dedem bir an durdu. Elimizdekilerin bir kısmını geri bıraktırdı. “Bunlar yeter” dedi.
“Fazlasına gerek yok. İhtiyacınızdan fazlasında tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Vebali büyüktür. Bu ormanda yere düşen dal parçası bile milli servettir. Herkesin hakkı vardır” dedi.
Türk devlet muhasebesini kuran üç kişiden biriydi dedem. Besim Muzaffer Gürcan... Mülkiyede hocaydı. Maliyeciydi. Ayrıca emekli Sayıştay hâkimiydi. Vekâleten Sayıştay Başkanlığı yapmıştı. Devletin muhasebesini denetlerken de bu kadar titizdi. Hayatı boyunca tek bir haram lokma boğazından geçmemiş, ailesine de nasip etmemişti. Yıllarca dürüst bir Cumhuriyet çocuğu olarak çalışmış ve bir devlet memurunun gelebileceği en yüksek seviyedeki bürokratlardan birisi olmuştu.
Hiç kolay değildi yaşamı. Çocuk yaşta babasını kaybedince İstanbul’a gelmiş, üniversitede okurken yarı zamanlı işlerde çalışıp kardeşlerini de okutmuştu. Bir kardeşi orman mühendisi olduktan sonra Türkiye’nin en genç yaştaki Orman Genel Müdürü olmuş, Devlet Planlama Teşkilatı’nda Özal, Kahveci vs ile birlikte çalışmış sonra da Sanayi Bakanlığı Müsteşarlığı’ndan emekli olmuştu. Küçük kardeşi de hâkimdi. İzmir’de Adli Yargı Komisyonu başkanlığı yapmıştı.
Kardeşlerini okutabilmek için maliye müfettişi olduğu zamanlarda önünde isterse sahip olabileceği her türlü imkan olmasına rağmen geceleri evinde karısı ile gömlek dikmişti. Üç beş kuruş ek gelir olsun diye. Ocakta çorbası kaynasın diye. Sonra zaman içinde maaşı arttıkça rahatladı, kendi çocuklarını da doktor ve mühendis yaptı. Bizim bu günlere gelmemizi sağladı.
İşte bu adam ormanda ağaçtan yere düşen dal parçasının hesabını yapan bir cumhuriyet çocuğuydu. Böyle adaletli, böyle dürüst ve böyle erdemli bir hâkimdi.
Neyi, nasıl denetleyeceğini, nasıl sayacağını ve hak, hukuk adaleti nasıl gözeteceğini bilen bir hâkimdi. İşte Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yetiştirdiği evlatları böyleydi.
Mazi… Ne güzeldi.
Emre Gürcan -  Mayıs 2019

Son ki üç dört Önsöz


O gün çıktı karşımıza… Murat… Televizyonda yayınlanacak müzik temalı bir gençlik dizi projesi için Ömer Faruk Sorak ile çalışmaya başladığımız gün... “Son ki üç dört” koymuştuk ismini. Her şeyi usulüne uygun planlıyorduk. Bir tarafta iyiler, karşısında kötüler… Hayaller, umutlar, aşklar, bolca çatışma…  Hikâye müzik ile harmanlanacak, araya bol aksiyonlu olaylar eklenecekti. Ne kadar zor olabilirdi ki?
En başa yakışıklı genç bir delikanlı koyacaktık. Yiğit, mert, zeki ve yetenekli… Zaafları olmalıydı. Kusurları… Genç kızların sevgilisi olurken maceradan maceraya koşmalıydı. Karşısına şöyle güzel bir hatun… Güzel, alımlı, etkileyici, şeker, farklı… Keyifli bir öyküsü olsa, yolu bir şekilde kahramanımız ile kesişse... Murat, bizim kurguladığımız dünyada başarıya doğru yelken açarken fırtınalı bir aşk yaşamalıydı.
Günlerce, haftalarca uğraştık. Bir türlü istediğimiz kıvama gelmiyordu hikâye. Karanlık bir geçmiş, aydınlık bir gelecek… Umut dolu bir yolculukta karşısına çıkan zorluklarla mücadele eden bir süper kahraman… Tam da televizyon izleyicisinin keyif alacağı türden… Binlerce yıldır süre gelen hikâye anlatıcılığının bize öğrettiği bütün formülleri denedik. Kurgular yaptık. İyi bir adam, sevdiği kadın ve karşısına çıkan güçlü bir düşman… Bir de kahramanın sonsuz yolculuğuna eşlik eden görmüş, geçirmiş akıl hocası… Ama bir türlü olmadı. Hiç içimize sinmedi. “Son ki üç dört” diye girdiğimiz süreç bir türlü tamamlanamıyordu. Müzik bir türlü başlayamıyordu.
“Durun” dedi. “Gerçek bir hikâye mi istiyorsunuz? Ben anlatayım. “ Geçti karşımıza, başladı konuşmaya. Anlatmazdı aslında. Ketumdu. Susardı. Yaşadıklarını hatırlamak yüreğini dağlardı. Ama dayanamadı. Döktü içini.  Hayalimizde yarattığımız kahraman ete kemiğe bürünmüştü. Gerçek olmuştu. Unutulmuş insanların, unutulan hikâyesi o gün çıktı karşımıza. Murat’ı dinledik uzun uzun. Anlattıkları ve anlatmadıkları… Bizi tepetaklak etti. Yerden yere savurdu. Sarstı. Bildiğimizi sandığımız her şeyi unutturdu. Karanlık geçmişini unutmaya çalışırken öfkesine yenilen bir genç adamın savaşmak ve barışmak arasında gidip geldiği, seçimler yapmak zorunda olduğu gerçek bir yaşam ile karşılaştık. Hayatın karşısına çıkarttığı sürprizler ve yaptığı hatalar…
Murat bizi başkaları ile tanıştırdı. Arif, Veysel, Yunus, Cevher, Yakup, Aliye, Gökhan, Aylin, Zehra, Serdar, Ethem… Ve Aslı… Kaf Dağı’nın zirvesindeki Bilgi Ağacı’nın dallarında saklı hazinenin peşinden giderken karşısına çıkan insanlar… Kalpleri, ruhları, gönülleri bir oldu. Kahramanımızın macerasına tanık oldular. İşin aslını öğrendiğimiz zaman artık bambaşka bir dünyanın kapıları bize açılmıştı. Uyandıkları her yeni sabahı, hayatlarının son günü olarak yaşayan, çevreleri acılar, gözyaşları, her türlü kötülük ve korku ile kuşatılmış bu çaresiz, fakir insanların aydınlık bir gelecek hayali ile sarıldıkları ortak tutkuları müzikti. Heyecanlarını, öfkelerini, tutkularını ve aşklarını anlatmak için başvurdukları tek şey, şarkılardı.

“Her şarkının bir hikâyesi vardır.
Her hikâyenin de bir şarkısı…
Ama eğer müzik güzelse…
Bazen kelimelerin hiçbir anlamı kalmaz“

Hayata daima umutla bakan ve her şeye rağmen hayal kurabilenlerin hikâyesi...

“Son ki üç dört”


Adam olmak

“Adam olmak gerekliydi. Adam olmak için erkek olmak gerekmezdi. Kadından da olurdu erkekten de. Âdem kelimesinden gelirdi. İnsan demek... Adam olmak zor zanaat...”
Bu kelimeleri Destek Yayınları'ndan yayınlanan “Son ki üç dört” isimli ilk romanımın 110.sayfasına yazmışım. Kim bilir hangi ruh hali içindeydim yazarken. Konu da bambaşkaydı. Romandaki bir kahraman oğlu yerine koyduğu çocuğa rakı içmesini öğretirken edepten bahsediyordu. Delikanlılık raconunu ezip geçen bir adap… Hikâyedeki aynı adam hep güzel sözler söylüyordu.
“Eline, diline, beline hâkim olacaksın” demişti ilk öğüdünde. “Akıllı olun” diyordu sürekli. “İyi olun, ahlaklı olun, dürüst olun. Kimsenin malında, namusunda gözünüz olmasın! Kimse hakkında kötü bir şey düşünmeyin! Siz Arif Demir’in oğlusunuz. Demir ailesinin torunusunuz. Demir gibi olun! Birlik olun! Yek olun! Kimse sizin bileğinizi bükemesin. Ama siz boynunuzu bükün. Bakmayın kimsenin namusuna, ilişmeyin kadınına kızına, malına mülküne! Doğru olun, dürüst olun! Siz, adam olun!”
Bir süre önce benim için oldukça heyecanlı bir macera başladı. Dizi film senaryoları, reklam projeleri derken kendimi bir şekilde yazım işinin içinde buldum. Bu uzun, çileli, zorlu ancak keyifli sürecin sonunda ilk romanım yayınlandı. Edebiyat camiasının içine dalmak, kabul görmek, alkış almak, takdir edilmek, saygı görmek…
Hiç biri umurumda değildi yazarken. İçimden yazmak geldi sadece, kurgulamak, hayal etmek, kelimelere dökmek… “Nasıl yazıyorsun” diye soruyor okuyanlar, duyanlar, bilenler… Bilmiyorum. Akıp gidiyor. Tek bildiğim bir şey var. Türkçeyi öğrendikçe ana dilime âşık oluyorum. Daha da çok seviyorum. Türkçeyi anladıkça yazmanın hatta yazabilmenin hazzını yaşıyorum.
Yazmak için biriktirmek gerekli… Çok okumak, çok izlemek, çok dinlemek… Ama en çok anlamak… Düşünmek… İrdelemek… Bu yüzden iktidarlar hiçbir zaman sevmemiştir yazarları. Atilla İlhan, Erol Manisalı, Orhan Bursalı… Aziz Nesin, Emin Değer, Mustafa Yıldırım… Vatanını, milletini seven, Türkçeyi savunan kalemlerden bazıları… Daha onlarcası, yüzlercesi, binlercesi…
Muktedirler her zaman düşünen, irdeleyen ve idrak edenlerden nefret etmiştir. Dışlamıştır. Aydınlatma sevdalıları ötekileştirmiştir aydınları. Korkmuştur. Farklı seslerden hiç haz etmemiştir. Hapse atmış, vatandaşlıktan çıkartmış, sürgüne göndermiş gücü yettiyse öldürmüştür. Katletmiştir. Dünya üzerinde hiçbir iktidar erki bir türlü kabullenememiştir yazanları. Sokrat’ın idamından bahsediyorum. Çok daha öncesi de vardır elbet ancak güç zehirlenmesi yaşayan insanlar kendilerini hep haklı görmüştür ezelden beri. Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak.
“Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir adamın kurduğu bu güzel ülkede kültür emperyalizmi tarafından kuşatıldığımızın farkında bile değiliz. Çevremizdeki tabelalardan markalara, teknik tabirlerden şarkılara kadar neredeyse her şey bilmediğimiz, tanımadığımız, bizden olmayan insanların lisanında…
İngilizce, Fransızca, Arapça, Latince değil sadece konu… Dinamik, yaşayan, ruhu olan her dil kendi içine yabancı kelimeleri alır, benimser, kabul eder. Dilin matematiğine uymadığı zaman da çıkartıp atar, yok eder. Ancak artık sevinçlerimizi, hüzünlerimizi, mutluluklarımızı vs bütün duygularımızı öğrendiğimiz yabancı dillerde paylaşmaya çalışıyoruz. Kendi dilimizde anlatmadığımız düşüncelerimiz sebebiyle iletişimimiz zayıflıyor, anlaşamıyoruz, konuşamıyoruz.
Aşklarımız daha bir farklı oluyor, ilişkilerimiz kısa sürüyor, arkadaşlıklarımız menfaat çerçevesinin dışına çıkamıyor. Dostluklar kalıcı olmuyor. Daha da acısı, artık kurduğumuz cümlenin yanına emoji koymazsak sert mi, sevimli mi, sevecen mi, kızgın mı olduğunu bir türlü anlatamıyoruz. Birisi bize bir işi “adam gibi yap” dediğinde hakaret zannediyoruz.
Barış Ağabey’in adam olacak çocuklarından insanlık nedir bilmeyen kişilere dönüşmüşüz.
Yazık…
Emre Gürcan / Haziran 2019 / İstanbul

Madımak... Unutmadık mı gerçekten?

“Aziz Nesin kışkırtmasa ölmeyeceklermiş, çok abartmışlar, kendileri olayın üstüne gitmişler, işi büyütmüşler, halkı kışkırtmışlar, gitmeseler ölmeyeceklermiş, Alevi’ymiş zaten ölenler, Allah’a küfretmişler, dine saydırmışlar, dinsizlermiş, hak etmişler…”
Bu sözleri insanlardan duyarak, amiral gemisi denen gazetelerden okuyarak, ana akım medyada izleyerek büyüdüm ben. Çok küçüktüm, anlamıyordum olan biteni, algılayamıyordum. Şimdi net hatırlamıyorum ama ben de tekrar etmişimdir kesim bu sözleri bir yerlerde. Ya da duyduğum zaman karşı çıkmamışımdır, onaylamışımdır sessizliğimle.
Oysaki öldüler, öldürüldüler, katledildiler, yakıldılar. Neden? Fikirleri mi, sözleri mi, duruşları mı, yazıları mı? Ne fark eder ki? Beğenin veya beğenmeyin. Destekleyin ya da karşı çıkın. Ne fark eder? İnsanlar öldürüldü. Diri diri yakıldılar. Çaresiz, savunmasız, suçsuz, masum insanlar yok edildi. Canlı canlı…
Şimdi ancak slogan siyasetinin verimli bir enstrümanı haline gelmiş büyük bir insanlık ayıbı yaşandı. Vahşet! Cinayet… Twitter, Facebook,Instagram ve bilimum sosyal medya mecralarında en güzel sözlerle, en afili grafik tasarımlarla kendimizi avuttuğumuz, kendimizi tatmin ettiğimiz, kendimizi kandırdığımız ancak asla anlayamadığımız bir felaket…
O insanlar o gün ölmeseydi belki de karşılıklı sıcak birer çay içip sohbet edecektik. Fikirlerimiz uyuşmazdı belki, karşı çıkardık, tartışırdık. Ama simidin yanındaki çayın sıcaklığı içimizi ısıtır, dost olurduk. Alın şimdi o sıcak çayı elinize! Yandı mı canınız?
Belki çayın yanında karşılıklı birer sigara tüttürürdük. Sen vatan derdin onlar millet, sen bağımsızlık derdin onlar özgürlük, sen hukuk derdin onlar adalet… Kelimeler farklı da olsa ne güzel anlaşırdık. Yaktın mı sigaranı? Yandı mı ciğerlerin?
Belki soğuk bir kış günü sobanın başında konuşurduk onlarla. Dışarıdaki kar ayaza vururken iki odun daha atmak isterdik sobanın içine. Memleketim derken içi cız edenlerle konuşurken bir anlık dalgınlıkla sobanın kenarına değerdi elimiz. Ne kadar sıcak değil mi? Ya sobanın dibi? Od gibin yandı mı yüreğin?
Yandık be güzel ülkem, yakıldık. Ama o alevi içimizde hissetmeden, kora dönüşmeden ateş; nasıl yanar içimiz? Nasıl anlar, nasıl algılar, nasıl ağlarız yitip giden canların ardından?
O gün yandık hepimiz… Yakıldık. Hiç acı duymadan…
Bakmayın uzaktan tüten dumana bakıp konuşanlara…
Hepsi palavra…
Emre Gürcan - 2 Temmuz 2019