8 Ocak 2020 Çarşamba

Atiye ve Göbeklitepe'deki keçiboynuzu ağacı

Göbeklitepe… Batı kökenli ana akım tarih tezini yerle bir eden müthiş bir arkeolojik buluş… Netflix… Konvansiyonel televizyon anlayışını tamamen değiştirmek üzere olan dijital medya devi… Bu iki kelime yan yana gelince insan ister istemez oldukça devrimci, yenilikçi ve sarsıcı bir şey bekliyor. Peki ya Atiye? Gerçekten öyle mi?
Atiye dizisi ile ilgili söylenebilecek çok fazla şey var. Zaman zaman didaktik ve kulak tırmalayıcı diyaloglar Mehmet Günsur ve Beren Saat’in performanslarını etkilese de genel olarak gayet güzel iş çıkartmışlar. Canlandırdığı karakter biraz Med Cezirdizisindeki Orkun’a benzese de Metin Akdülger’in oyunculuğu da her zamanki gibi oldukça tatmin ediyor. 35 yaşındaki Beren Saat’in annesini canlandıran 45 yaşındaki Başak Köklükaya yapılan onca makyaja rağmen hala çok genç ve güzel gözüküyor. 31 yaşındaki Metin Akdülger’in babasını canlandıran 48 yaşındaki Tim Seyfi’nin (17 yaşında baba olmuş olabilir) canlandırdığı karakter ise bana Şeytan’ın Avukatı’ndaki Al Pacino’yu anımsattı. Sosyal medyada binlercesini bulabileceğiniz bu tip yorumlardan hiçbiri yazımızın konuları arasında değil. Halüsinasyon diyemeyen 30’lu yaşlardaki psikiyatri profesöründen de bahsetmeyeceğim. (Halisilasyon gibi bir şeyler duydum sanırım bir ara)
Gerçek şu: Türk dizileri çok popüler ve gelecekte çok daha ilgi çekici olacak. Şimdiden geniş bir coğrafyada ilgi ile takip edilmekte. Bu bakir pazarlara Türk dizilerini kullanarak girmek ve pastadan pay kapmak isteyen birçok büyük oyuncu gözünü Türkiye’ye dikmiş durumda. Netflix gibi birçok Vod* platformu (*video on demand) Türk yapımları için yavaş yavaş kesenin ağzını açmaya başladı. Üstüne üstlük bütün cephanesini kaybetmiş ve kendini tekrara başlamış gibi gözüken Hollywood’un da yerel otantik hikâyelere oldukça ihtiyacı var. Ancak kemikleşmiş kuralları, kendi geliştirdiği sistemi ve alışkanlıkları bulunan bu yüz yıllık görsel anlatım sektörüne dışarıdan iş yapmak hiç de kolay değil. Her şeye rağmen bu furya Türk yazarları için çok büyük fırsatlar barındırıyor.
Türkiye’de bir ofis açıp yapılanmaya başlayan Netflix öncelikli olarak kendi yapımcılarını ve senaristlerini getirip Türk yazarları ile çalışmaya başladı. Hakan Muhafız’dan sonra projelendirilen en iddialı yapımlardan birisi olan Atiye’nin serüveni de bu şekilde gelişti. Anadolu coğrafyasının keşfedilmemiş hikâyelerini ağızlarının suları akarcasına sömürmeyi amaçlayan Hollywood doğal olarak kendi sistemini de beraberinde getirdi. Yüz elli dakikalık diziler yazmaya alışmış Türk senaristlerinin öncelikli olarak 40 dakikada hikâye anlatmaya alışması gerekli. Senaryo yazımındaki en temel kural oldukça nettir: “Beni merak ettir.” Bu konuda Pixar stüdyoları şef hikâye yazarı ve film yapımcısı Andrew Stanton çok basit bir formül önerir: “Anlattığın hikâye her ne olursa olsun seyirciye bunu 2+2 şeklinde ver. Ancak sakın 2+2=4 de deme! Bırak bunu izleyici bulsun.”
Atiye dizisindeki en temel sorun tam da burada başlıyor. Netflix için tasarlanan projede bir takım sıkıntılar var. Öncelikli olarak hikâye çok doğrusal gidiyor. Dizinin künyesinde her bölümün senaristi ve yönetmeni farklı gözüküyor. Muhtemelen bu sebepten dolayı ana akışta ve kurguda kopmalar ve aksamalar yaşanıyor. Çok uzun diziler yazmaya alışmış yazarlar 40 dakikada hikâye anlatmaya çalışırken zaman ve mekân geçişleri atlanmış ve bu durum izleyici için ara sıra sıkıntılar doğuruyor. Birçok ters köşe denemesi de çok başarılı değil. Ancak dizi ile ilgili asıl sorun bu da değil.
Dizinin en büyük vaadi gizem… Büyük bir sır veya çok büyük bir olayın deşifresinin anlatılacağı öngörüsü ile izlemeye başlanan dizinin her bir bölümünün finalinde aynı hissiyat ortaya çıkıyor: “Eeee, şimdi ne oldu?”  Her bir bölümün “şimdi ne olacak” yerine “ne oldu” diye bitmesi çok sıkıntılı bir durum... Sorunun cevabının finale kalması elbette çok doğru bir tercih… Dizinin finaline taşıyacak çengellerin ilk bölümden itibaren atılması ve her bir bölümde vaadin giderek büyümesi ve finalde büyük bombanın patlaması doğru bir yöntemdir. Ancak büyük ve zorlu bu serüvende seyirciyi sürükleyecek ilmeklerin atılmamış olması seyirci için can sıkıcı bir duruma yol açar.
Formülün de oldukça basit olduğunu söylemiştik. 2+2… Küçük ipuçları, çengeller ve bilgiler ufak ufak verilip seyircinin kahraman ile birlikte sonuca gitmesi beklenmelidir. Bu şekilde izleyici hikâyenin içine girer, bütünleşir ve kendisini olayın bir parçası olarak hisseder. Bir dizinin seyirciyi kendisine bağlaması sinema filminden çok daha zordur. Sinema salonuna girdiğiniz anda aslında olay bitmiştir. Çıkıp gitseniz bile parası çoktan ödenmiş bir hizmet satın alınmıştır. Ancak dizi süreci öyle değildir. Seyirciyi aylar hatta yıllar boyu kendisine bağlayacak donelerin büyük bir ustalıkla işlenmesi gereklidir. Ve seyirci merak etmek ister.
Atiye’nin merak seviyesi tartışılır olsa da genel olarak bütün cevaplar sırası geldiğinde izleyiciye paketler halinde veriliyor. 2+2 benzetmesinde olduğu gibi cevabın 4 olduğunun seyirci tarafından bulunmasına fırsat verilmiyor. Küçük küçük ilmeklerle dokunması gereken örgünün finalde bir bütün haline izleyiciye sunulacağı hissiyatı ağır basıyor. İş böyle olunca seyircinin keşfetme arzusu törpüleniyor.
İnsanlar kendi hayatlarında sürekli sorunlarla uğraşır. Problem çözmeyi sever. İnsan kendi tarihinde hep bu şekilde zekâsını kullanıp hayatta kalmış, medeniyet kurmuş ve teknolojisini geliştirmiştir.  Bu alışkanlığını hikâye dinlerken, kitap okurken, film izlerken de devam ettirmek ister. Ancak kendisine her şey hazır verilirse sıkılır, başka yere gider. Özetle müşteriyi kaçırırsınız.
Her şeye rağmen izlenebilir, keyif veren, eğlenceli bir iş olmuş Atiye. Ancak devrimci, yenilikçi ve sarsıcı bir proje değil. Netflix’in sunduğu imkânlarla Göbeklitepe’de anlatılacak çok fazla hikâye var. Atiye de güzel bir hikâye… Ancak keçiboynuzundan yapılmış çikolata tadı veriyor. Görüntüsü, şekli, tadı az çok kakaoya benzese de asla çikolata lezzeti vermeyecek ve bağımlılık yapmayacak bir tat… Biraz eksik, biraz yavan… Yaşadığımız coğrafyadaki yüz binlerce senelik kültürün bir araya getirdiği sayısız hikâyemiz var. Çok yetenekli, zeki ve iyi yazarlarımız var. Gelişen teknoloji ile birlikte hikâyelerimizi tüm dünyaya satmak için artık çok büyük fırsatlar önümüzde. Hatta bunun için  2+2=4’ten çok daha kolay formülü olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
İnsanımızı unutmayalım. İnsanı insana insanla anlatalım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder