Göbeklitepe… Atlantis’in ruhuna El Fatiha
Göbeklitepe’deki kazılar esnasında yapılan keşifler sonucu bilinen insanlık tarihinin binlerce yıl öncesine ötelendiği söyleniyor. Popüler tabirle Göbeklitepe bütün ezberleri bozdu. Ancak şu an dünya üzerinde yapılan arkeolojik kazı ve bilimsel çalışmaların %90’ı Mısır üzerine yoğunlaşmış durumda. Bu tutkulu araştırmalar neden hep Antik Mısır üzerine? Bilim çevreleri arkeolojik çalışmalar için ayırdıkları paranın neden neredeyse tamamını antik Mısır medeniyeti odaklı harcıyor? Bırakın Göbeklitepe’yi, ayağınız ile şöyle bir eşelediğiniz zaman tarih fışkıran Anadolu ve Mezopotamya topraklarında neden yeteri kadar arkeolojik ve bilimsel çalışma yapılmıyor? Hiç düşündünüz mü? Sebebi Atlantis olabilir mi?
Son buzul yani Pleistosen çağı, günümüzden iki buçuk milyon yıl önce başlamış ve tam da en üst seviyede soğukların yaşandığı zirve döneminde bilinmeyen bir sebepten dolayı MÖ. 10800 yılları civarında aniden sonlanmıştır. Bu son gizemli buzul çağı sonrasında arkeolojide kullanılan ismi ile Paleolitik Çağ yani Taş Devri başlar. Bu tarihten öncesi insanlık tarihi hakkında birkaç bilimsel veri ve kısıtlı miktardaki ezoterik bilgi haricinde neredeyse hiçbir şey bilinmemektedir. Teorik olarak birkaç yüz bin sene daha sürmesi gereken son buzul çağının aniden bitmesine sebep küresel boyutta yaşanan büyük bir olay olabilir mi? Yoksa Nuh Tufanı gerçek mi?
Kutsal kitaplarda Nuh Tufanı olarak adı anlatılan bu muhteşem doğa olayının izlerini dünya üzerindeki neredeyse tüm toplumlarda rastlıyoruz. Masallardan efsanelere, mitolojiden dinlere neredeyse her coğrafyada büyük bir afetten bahsediliyor. Tüm insanlığın ortak hafızasına kazınan bu olayın bilimsel verilerine ise henüz ulaşılmadığı söyleniyor. Kur’an’ı Kerim’de zikredildiği gibi “dağlar gibi dalgalar”oluşturabilecek, yeryüzünün tamamını kaplayacak kadar suyun dünyada var olmadığı savunuluyor. Ana akım bilim adamlarına göre küresel boyutta bu kadar korkunç bir felaketin yaşandığına dair hiçbir iz yok.
Alternatif teoriler üreten birçok “başka” bilim adamı, araştırmacı ve yazar bulunmakta. Bu tezlerden belki de en ilginçlerinden birisi “eksen kayması teorisi”… Bilindiği üzerine hali hazırda dünyamız eksenine göre 23,5 derece eğik durumda. Bu sayede mevsimler oluşuyor, dünyamız yaşanacak bir yer haline geliyor. Dünya’nın eksen eğikliğinin sebebi ise Ay’ın çekim kuvveti… Eksen kayması teorisine coğrafi kutuplar tarih boyunca defalarca yer değiştirmiş. MÖ. 10800 civarında dünyanın ekseninin 30 derece kadar kaydığı ve günümüzdeki halini aldığı söylenmekte. Henüz ana akım bilim adamları tarafından net bir şekilde kabul edilmeyen bu teoriye göre Antarktika bir zamanlar ılıman iklime sahip yaşanabilir bir yerdi. Anadolu toprakları ise yengeç dönencesi içindeydi.
Eksen kaymasından önce Alaska’nın Yukon Bölgesi’nde bulunan antik kutup merkezinin olduğu bölgede günümüzde Amerika’nın HAARP üssünün olması da enteresan bir durum olarak göze çarpıyor. Bu nokta merkez alınarak çizilecek bir antik ekvator çizgisinin ise Keops Piramidi, Nazca Çizgileri, Ankor Tapınağı, Paskalya Adası, Machu Picchu gibi ilginç noktaların tam üzerinden geçiyor olması da ilgi çekici bir durum.
Kozmik bir olay, belki de Ay’ın etkisi ile Dünya’nın ekseni 30 derece kayınca büyük bir doğa felaketi yaşanmış olabilir. Belki de bu sayede buzların erimesi, okyanusların kabarması, depremler, fırtınalar, kuvvetli akıntılar ve benzeri faktörler sayesinde büyük bir Tufan yaşanmıştır. Kur’an’da Nuh bahsi çok defa geçerken tufan konusunun özellikle “Kamer” yani “Ay” suresindeki ayetlerde anlatılması da dikkat çekici bir konudur.
Kısa zaman önce Antarktika’daki piramit şeklindeki oluşumların bulunması Atlantis’in aslında burada olabileceği konusunda üretilen teorilerin tekrar popüler hale gelmesine sebep oldu. Eğer dünyanın ekseni gerçekten de söylendiği gibi değiştiyse Atlantis’in de belki de burada olması muhtemel gözüküyor. Buzulların altında bulunan ve sadece tropikal bölgelerde yetişen bitki kalıntıları bilim adamları için önemli bir ipucu olmalı. Bir süre önce Sibirya’da bulunan MÖ. 10.000’ler civarında aninden donarak öldüğü söylenen Mamutların midelerinden çıkartılan son akşam yemeklerinin de tropikal özelliklere sahip bitkiler olması bu teoriyi destekleyici durumda.
Bu güne kadar Nuh Tufanı ile ilgili birçok teori ortaya atıldı. Günümüzden birkaç milyon sene önce yaşanmış olduğunu söyleyenler de var, gelecekteki bilinmeyen bir zamanda yaşanacak ve insanın soyunun geçmişe aslında bir zaman makinesi olan Nuh’un gemisi ile götürüleceğini anlatanlar da. Böyle bir olayın imkânsız olduğunu, insanların uydurduğu güzel bir masal olduğunu savunanlarda yok değil. Nuh tufanının bir metafor olduğunu ve insanlık tarihinde benzeri yıkımların defalarca yaşandığını düşünenler de var.
Hz. Nuh zamanında yaşanan tufan mı Atlantis’in sonunu getirdi bilinmez. Belki de yaşanan büyük felaketlerden sadece birisiydi kayıp kıtanın yok oluşu. Ancak şöyle bir gerçek dikkatimizi çekmekte: İnsanlığın yaşadığı büyük yıkımlar, felaketler ve yok oluşlar sonrasında bu büyük acıyı anmak ve hafızalara kazımak için Göbeklitepe benzeri yapılar hep yapılmıştır. Bosna katliamı, Nazilerin Yahudi soykırımı, Çanakkale şehitliğindeki abide ve sayısız birçok eser hep büyük acıların izlerini taze tutmak ve geçmişi anmak için inşa edilmiştir.
Stonehenge ve Göbeklitepe gibi yapıların mimari benzerliklerinin yanı sıra bu kült alanlarının aslında çiftleşme ayinlerinin yapıldığı yerler olabileceği tezleri de konuşulmaya başlandı. Arkeolojik kazılarda bulunan bulguların ışığında bölgede sadece insan değil hayvanların da çiftleştirilmiş olabileceği söyleniyor. Acaba Nuh Tufanı benzeri büyük bir yıkım sonrası insan ve hayvan popülasyonunun artması için törenlerin düzenlendi ve canlıların çoğalmasına teşvik edici kutsal yapılar mı inşa etti atalarımız?
Peki ya Atlantis? Yok olan atalarını izlerini torunları Mısır’da mı arıyor? Yoksa Atlantis’in yok oluşuna Mısırdaki piramitler mi sebep oldu? Yoksa piramitler sayesinde dünyanın ekseninin kaymasını önlemeye mi çalışıyorlardı. Peki birileri neden Göbeklitepe değil de Mısır’da arıyor kendi köklerini? Yoksa kök yani soylarının Hz. Nuh’a dayanmadığını mı düşünüyor bir takım insanlar? Kim bunlar? Bu da başka bir yaz konusu…
Size bir de ipucu vereyim. Nuh ismi tersten Hun olarak okunur. Eski Türk metinleri soldan sağa okunan batı dillerinin aksine sağdan sola doğru yazılmaktaydı. Hunlar ise Türklerin kurduğu kadim imparatorluklardan birisinin adıydı. Anlaşılan Nuh ile Hun arasında enteresan bir ilişki var. Kayıp Kıta Mu konusu var bir de. Yoksa Türklerin kökeni Mu değil de Um kıtasına mı dayanıyor? Kayıp Um kıtası… Deniz ülkesi… Umman… Düşünmeye lütfen devam edelim dostlar.
Sevgi ve Saygılarımla…
Emre Gürcan
emre@emregurcan.com
EMRE GURCAN
14 Ocak 2020 Salı
8 Ocak 2020 Çarşamba
Star Wars ve Türkler…
“Uzun zaman önce çok çok uzak bir
galakside…” Star Wars filmlerinin yukarı doğru kayan yazılardan oluşan
ikonik girişi bu cümle ile başlar.
Tarihin bilinmeyen bir zamanında yaratıklar, varlıklar, uzaylılar,
robotlar, klonlar ve insanlar arasında yaşanan epik savaştan bahseder hikâye.
Bir tarafta iyiler ve karşısında her zaman olduğu gibi kötüler vardır. Çok eski
geçmişte ve dünyadan uzak bir yerde yaşanan bu masalsı olayları zevkle izler,
eğlenir ve keyif alırız. Bu hikâye madem bu kadar uzak ve bilinmeyen dünyalarda
geçiyorsa kullanılan öğeler ve karakterler neden bu kadar tanıdık? Gücü iyilik
için kullanan Jedilar ile galaksiyi ele geçirmek amacıyla karanlık tarafa
geçmiş Sithlerin mücadelesinde metaforik olarak anlatılan öykü bize neleri,
kimleri hatırlatıyor. Türklerin Star Wars efsanesindeki yeri nedir? Peki,
hikâyenin kökenini hiç düşündünüz mü?
Tarih boyunca kökenlerini dünya
dışına bağlayan birçok kavim olmuştur. Kutsal metinlerde adı geçen, Hz. Âdem
ile Havva’nın ilk yaratıldığı cennet bahçesi de dünyamızın dışındadır.
Kur’an’da Cennet,-i Meva, Tevrat’ta Aden olarak adlandırılan ilk bahçenin “çok çok uzak” bir yerdeki başka bir
gezegen olması kuvvetle muhtemeldir. Türkler de mitolojilerinde kendi köklerini
Sirius’a bağlar. Türkler için kozmos ve kozmik olaylar çok önemlidir. Kurdukları
devlete bile “Göktürk” ismini vermişlerdir.
Gök… Göktengri… Oğuz Kaan’ın gökten gelen ikinci eşi Gök-kal’dan doğan
üç oğlu… Gökhan, Yıldızhan ve Ayhan…
Kur’an’ı Kerim’deki Necm Suresinin 49.
Ayetinde “Doğrusu Şi'ra yıldızının Rabbi
de O'dur.” olarak bahsi geçen Sirius, farklı dillerde “Sothis, Şira, Sirona ,Serios , Kak-si-di , Huşi” gibi adlarla telaffuz edilmiştir. Demirkazık
olarak adlandırılan Sirius mitolojik Türk tasavvurunda evrenin direği ve göğün
kapısı olarak adlandırılır. Sıcak ve soğuğun bu kapıdan geçtiği düşünülür. Bu
yıldızın güneşle birlikte doğduğu Temmuz ve Ağustos ayları, orta ve kuzey
enlemlerde kavurucu sıcakların olduğu köpek günleri olarak adlandırılır. Türk
mitolojisinde yer alan bilimkurgu filmlerini aratmayacak birçok hikâyenin yanı
sıra köpek dendiği zaman Gökbörü, yani Kurt ve hatta Tarkan’ı bir kenara
yazalım lütfen. Star Wars ile ilgili enteresan bir bağlantı gelmek üzere…
Tüm kutsal metinlerde anlatılan Hz. Âdem’in
oğlu Habil’in kardeşi Habil’i öldürülmesi hikâyesini bilirsiniz. Habil’in ölümü
üzerine Hz. Âdem ile Havva’nın Şit isimli bir çocukları daha olur ve insanın
soyu Şit üzerinden devam eder. İbranice'Šēt;' Grekçe Sḗth;
Arapça Šīṯ, Mısır mitolojisinde Seth olarak
geçen Şit ismi size bir şey hatırlattı mı? Star Wars hikâyesinde anlatılan Sith
Lordları da kim acaba?
“Bu konu ile
bağlantılı olabilecek bir diğer yazımızı şu linki tıklayarak okuyabilirsiniz: https://www.medyatilkisi.com/kirmizi-mi-mavi-mi-adem-ile-seytan-in-hic-bitmeyen-savasi-makale,10.html”
Sümerlerin bir kolu ve Turanî yani
Türk kabul edilen Etrükslerin başındaki krala da Tarkin yani Tarkan
denmekteydi. Tarkin dendiği zaman aklımıza tekrar Star Wars filmleri geliyor.
Kutsal Jedha şehrini ve Alderaan gezegenini yok eden Ölüm Yıldızı’nın
komutanının ismi de Grand Moff Tarkin’di. Lütfen şu resme hiçbir ön yargı
olmadan bakın. Kötü taraftaki İmparatorluk askerlerinin komutanı acaba kime
benziyor.
Grand Moff Tarkin…
Resmi görünce hemen ulu önder Mustafa
Kemal Atatürk’e benzediğini söylemeyin lütfen. Moff ile Mustafa arasında ne
alaka olabilir ki? Peki, karanlık tarafta kötülük için savaşan imparatorluk
askerlerinin üniformaları size tanıdık geliyor mu? Star Wars projesinin sanat
yönetmelerinin yapacağı elbette mantıklı açıklamalar vardır. Komplo teorileri
üzerinde çok fazla kafa yormaya gerek olduğunu zannetmiyoruz.
Karanlık
taraftaki imparatorluk subaylarının üniforması…
Klasik bir serzeniş vardır. Elimizi
nereye atsak Türk çıkıyor. Onlar da mı Türk? Amma da abarttınız. Şimdi, konuyu
Türklere bağlamak için elbette ay ve yıldıza ihtiyacımız var. Türk bayrağındaki
sembollerin hilal şeklindeki ay ve karşısındaki yıldız olduğu öteden beri
söylenmektedir. Ancak basit bir Google araştırmasında bulabileceğiniz Ay’ın
hilal halinin hiçbir şekilde Türk bayrağındaki şekle benzemediği de aşikârdır.
28 günlük periyodu içerisinde Ay hiçbir zaman Türk bayrağındaki halini almaz. Peki,
acaba ya Türk bayrağındaki şekil Ay’ın hilal şekli değilse? Bayrağımızdaki
sembol Güneş tutulmasına daha çok benzemiyor mu? Ay’ın Güneş’in önüne geçerken
ortaya çıkan şekil bayrağımızdaki hilal olabilir mi? Karşısındaki yıldız da
belki Sirius’tur.
Güneş
tutulması
Peki, aradaki bağlantı nedir? Bu
benzerlikler ve paralellikler sadece tesadüften mi ibaret? Star Wars
efsanesinde anlatılanlar ile İnsanlık tarihi ve Türklerin ilgisi daha başka ne
olabilir? Bu oldukça uzun bir hikâye ve ilerideki yazılarımızda yavaş yavaş anlatmaya
çalışacağız. Konu Nuh Tufanı’ndan Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye ayırmasına,
Atlantis’ten kayıp Mu Kıtası’na, Hz. Adem’in İblis ile savaşından Hz. İsa’nın
çarmıha gerilmesine kadar oradan oraya savrulacak. Ancak belki de sonunda
karşımıza tüm zamanların en enteresan bilimkurgu hikâyesi bizi bekliyor.
Hepsinden önce lütfen şu aşağıdaki Youtube linkinde
verdiğimiz kısa videoyu izleyin. Gelecek yazılar için spoiler olsun. Belki
sizin de zihin dağarcığınızda bazı şeyler şekillenmeye başlar.
Sevgi ve saygılarımla
Emre Gürcan
PS: Google Earth ve benzeri
platformlarda Sirius Yıldızı neden sansürlenmiş durumda? Elbette bunun mantıklı
bir açıklaması olmalı…
Star
Wars filminde Death Star isimli ölüm makinesinin
Kutsal
Jedha şehrini yok ettiği an…
'Kuruluş Osman' üzerine bir kaç kelam
Kısa bir süre önce Burak Özçivit’in başrolünü canlandırdığı “Kuruluş Osman” isimli tarih temalı kurgusal bir drama serisi ATV’de yayınlanmaya başladı. “Muhteşem Yüzyıl”, “Payitaht Abdülhamit”, “Diriliş Ertuğrul” ve benzerlerinin ardılı olarak yayın hayatına başlayan bu yeni projede Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi kurucusu kabul edilen Osman Bey’in kısmen tarihsel gerçeklere dayanan, kısmen de kurgusal hayat hikâyesi anlatılıyor. Aklımıza gelen ilk soruyu sorarak bugünkü yazımıza başlamak istiyoruz. Kim bu Osman?
Atman ya da Ataman Bey’i tanır mısınız? Utman Bey? Taman Bey? Tuman Alp? Otman Bey? Āl-e Uṯmān devletini hiç duydunuz mu? Devlet-i Ebed-Müddet, Memâlik-i Mahrûse? Bunlar çoğumuzun daha önce hiç duymadığı isimler… Belki de Devlet-i Âliye ismi bir şeyler çağrıştırmaya başlar zihin dağarcığımızda… Evet, doğru tahmin… Günümüzde genel olarak Osmanlı İmparatorluğu denen kadim devletimizin kullandığı resmi isimlerden bir kaçını saydık. Utman, Taman, Tuman, Otman ya da Atman da Osman Bey’in muhtemel gerçek adlarından biri olabilir.
Hiç düşündünüz mü? Koskoca Osmanlı İmparatorluğu için şu malum batılılar neden “Ottoman” diyor? Osmanlı’nın hüküm sürdüğü dönemlerde yabancılar tarafından çizilen haritalarda neden Turks ya da Turkey yazıyor da Osmanlı ismine neredeyse hiç rastlanmıyor? İşin ilginci kavm-i necip olarak adlandırdığımız ve yere göğe sığdıramadığımız Araplar bile Osmanlı demiyor devletimize. “Ad-Dawlat al-ʻĀlī al-ʻUthmānī”, yani Araplar bile Osmanlı için Utman ailesinin devleti tabirini kullanıyor. Peki, bir kere daha soralım, kim bu Osman? Hangi devleti kurdu?
Otman’ın Osman’a dönüşmesinin kökeni kuvvetle muhtemel Moğul akınlarına kadar gitmekte... Dönemin toplum durumu içerisinde Moğul ve Türk’ü birbirinden ayırmak zaten oldukça zor bir konudur. Hatta annesinin Türk olduğu düşünülen, Moğul mu, Türk mü olduğu hala tartışılan Cengiz Han’ın ordusunun nerdeyse %90’ı Türklerden oluşmaktaydı. O devirlerde dağınık halde bulunan boyları bir araya getirebilme ve bir devlet kurabilmenin en önemli şartlarından biri, hakanın kendisini kutsal bir soya dayandırmasıydı. Bir Türk-Moğul devleti olan İlhanlılar’ın kudretli komutanı Timur da kendisini evlilik yolu ile Cengiz Han’ın soyuna bağlıyordu.
İki Türk devletinin egemenlik mücadelesi sırasında Cengiz Han’ın soyundan gelen Timur’a karşı Āl-e Uṯmān hanedanlığı da kendisini kutsal bir soya bağlama ihtiyacından olsa gerek 2. Murat’tan itibaren çeşitli propaganda faaliyetlerine başladı. Dönemin önemli tarihçisi kabul edilen “Yazıcızade Ali” tarafından kaleme alınan “Târîh-i âl-i Selçûk” adlı eserde Otman Bey’in soyu Oğuz Kaan’ın büyük oğlu olan Günhan’ın oğlu Kayı Bey’e bağlanıyordu. Âşıkpaşazâde olarak bilinen Derviş Ahmet Âşıkî ise Otman Bey’in soyunun Oğuz Kaan’ın bir başka oğlu olan Gökhan Bey ile ilişkilendiriyordu. Özetle Yazıcızade Ali’ye göre Otman hanedanı Kayı boyundan gelirken Âşıkpaşazâde ise buna karşı çıkıyordu. Bu tartışma cumhuriyet dönemine kadar devam ederken Yazıcızade’nin tezi 1930’lu yıllardan itibaren Fuat Köprülü tarafından hararetle savunuldu ve artık günümüzde Osmanlı’nın soyunun Kayı boyundan geldiği fikri ağırlık kazandı. Ancak bu tarih tezlerinin hiç biri Otman ya da Utman’ın nasıl Osman’a dönüştüğünü açıklamıyordu.
Yavuz Sultan Selim ile birlikte ise büyük bir kırılma yaşanmaya başlanmıştı. Kutsal toprakların fethi ve halifeliğin Osmanlı’ya geçişi ile birlikte devletin o güne kadar adı net olarak ortaya konmayan Alevi-Bektaşi inancı resmi olarak Sünni İslam’a dönüşmeye başlamıştı. Sırf bunun için Arap coğrafyasından getirilip Anadolu ve Balkanlar’a yerleştirilen, başta Kanuni döneminin en etkin isimlerinden olan şeyhülislam Ebu Suud Efendi olmak üzere 1400’den fazla Sünni ulemanın etkisini tartışmak yersiz olacaktır. Bu siyasi ve stratejik kararın elbette çok çeşitli sebepleri vardı. Ancak o sıralarda Osmanlı’nın en büyük rakibi olan ve İran’da kurulan Safevi Devleti'nin yine bir Türk olan hükümdarı Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim ile olan mücadelesinin önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Yavuz ile birlikte Devlet-i Âliye yavaş yavaş Sünni mezhebi ve dönemin siyasi durumunun etkisiyle çok farklı bir şekil alırken toplumsal yapıda da birçok köklü değişiklik yaşanmaktaydı. Bu süreç zarfında Otman, Utman, Atman ismi daha “İslami” olan Osman’a dönüşürken saray ve dar bir entelektüel çevrede Arapça ve Farsça’dan yoğun bir şekilde etkilenen yepyeni bir Türkçe ortaya çıkmaktaydı. Osmanlıca… Devletin büyümesi ve çok uluslu bir İmparatorluğa dönüşmesi ile birlikte Türklük kavramı da geri plana kalmıştı. Otman Bey, Osman Bey olurken devletin adı da Devlet-i  liye-yi Osmâniyye’ye dönüşmekteydi.
Sonuç olarak ATV’de yayınlanan dizinin tarih danışmanlarının bu konuları bizden çok çok daha iyi bildiği şüphe götürmez bir gerçek olsa da galat-ı meşhur olarak topluma yerleşmiş bazı şeyleri değiştirmek hiç de kolay olmasa gerek. Düşünsenize; “Kuruluş Otman” isimli bir diziyi kim izlerdi?
Sevgi ve saygılarımla…
Emre Gürcan
Kırmızı mı, mavi mi? Adem ile Şeytan'ın hiç bitmeyen savaşı
Kırmızı mı, mavi mi?
Sosyal medyadaki en eğlenceli tartışmalardan birisi… Marvel mı yoksa DC Comics mi? İnsanlar her zaman olduğu gibi bu konu üzerinde de kutuplaşmış durumda. Kimi bu iki konsept arasında tarafını belli edip hararetle kendi favorisini savunurken kimi isyancılar da Star Wars serisini daha çok sevdiğini söylüyor. Bugünkü yazımızda biz de tarafımızı belli edelim istedik. Haydi, bu tür bilimkurgu filmlerini çekebilmek için kullanılan en önemli teknolojilerden birisini ele alalım. Ama önce, en sonda cevabını bulmayı arzu ettiğimizi soruyu gelin ilk başta soralım. Sizin renginiz hangisi? Kırmızı mı, mavi mi?
CGI… Computer Generated Image… “Abi, onu bilgisayarla yapıyorlar” dediğimiz şeyin Amerikancası… Bu teknoloji ile ilgili belki de en çok duyduğumuz ancak hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz konu ise sanırım “Green box” teknolojisi. Yani yeşil perde… Kısaca özetleyecek olursak bir sahneyi yeşil bir arka plan önünde çekip daha sonra bilgisayarda arka fonu silip yerine istediğimiz görüntüyü koyma yöntemi… Keşke bu iş anlattığımız gibi kolay olsaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede izlediğimiz tek bir sahne için oldukça kalabalık ekipler günlerce, haftalarca çalışıyor. Hatta bir ara yeşil yerine “blue box”, yani mavi fon kullanıldı. Ancak sonradan mavi fon kullanmanın doğurduğu bazı sorunlar nedeniyle sektörde yeşil renk kullanımı yaygınlaştı. Peki, hiç düşündünüz mü? Neden yeşil?
Bunun cevabı teorik olarak oldukça basittir. Sağlıklı insan teninde yeşil rengi doğal olarak bulunmaz. Tenimizin kırmızıya çalan turuncu rengi yaşam belirtisidir. Hatta yüzün solgunlaşması, sararması, yeşilimtırak bir hale dönmesi bedenimizin “ben hastayım” deme yöntemlerinden birisidir. Kanımızın içinde oksijen taşıyan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur. Kısaca kanımıza kırmızı rengini veren demirdir. Kanımız kırmızı olduğu için mavi ve yeşil renkler normal şartlarda tenimizde bulunmaz.
Yeşil perde önünde çekilmiş bir görüntüyü bilgisayarda işlerken yapılan işlem de bu mantık çerçevesinde çalışır. Tenimizde normal şartlarda bu renkler olmadığı için bilgisayar programı ile tüm yeşilleri ya da mavileri sildiğinizde aktörün aksiyonundan hiçbir şey eksilmezken arka fon ve/veya mavi-yeşil renkteki tüm nesneler kaybolur. Bu görüntüler üzerinde oynamak artık oldukça kolaydır. Tek sınır hayal gücüdür. Ortaya çıkan boşluğa istediğiniz görüntüyü yerleştirir, oyuncuya istediğiniz kıyafeti giydirir, istediğiniz makyajı yapabilirsiniz. Ham görüntüye yüksek teknolojili uzay gemisinden tarih öncesi canavarlara kadar dilediğiniz her şeyi ekleyebilirsiniz.
Burada ironik olan bir durum ortaya çıkar. Bilimkurgu filmlerinde hikâyeleri anlatılan süper kahraman, mutant veya dünya dışı varlıkların kanları genellikle mor, mavi veya yeşil olarak resmedilir. Peki, bir canlı nasıl mavi ya da yeşil kanlı olabilir? Çok basit… Demir yerine bakır ile… Omurgalı hayvanların aksine, bazı omurgasız hayvanlarda, böceklerde ve sürüngenlerde (özellikle karides ve yengeçlerde) kan rengi gerçekten de mavidir. Bu canlılarda hemoglobin yerine hemosiyanin bulunur. Bu molekül içerisinde demir değil, bakır vardır. Bakır oksitlendiğinde tıpkı Özgürlük Heykeli’nde olduğu gibi yeşile yakın mavi bir renk alır.
Kana mavi veya kırmızı rengi veren iki element… Demir ve bakır… Bu konunun anlatıldığı çok enteresan hikâye var. Kuran’ı Kerim’deki Kehf suresinde Zulkarneynkıssası anlatılırken Ye’cüc ve Me’cüc isimli kavimlerden zulüm gören bir halktan bahsedilir. Zulkarneyn kendisinden yardım isteyenler ve kötü varlıklar arasına bir engel inşa edebilmek için kor halinde demir ve erimiş bakır getirmelerini ister. Bilim kurgu hikâyelerini aratmayacak olaylardan bahseden Kehf suresi zaten belki de Kuran’ın en sıra dışı ve anlaşılması zor ayetlerini içermektedir. Yecüc ve Mecüc denilen varlıklardanGog ve Magog isimleriyle Tevrat ve İncil’de de bahsedilir. Bu varlıklar, çeşitli mitolojilerde ve kültürlerde cüceler, devler ve şeytanlar olarak anılır. Dünya üzerinde çok değişik söylence ve inanışlarda bu tip varlıkların ve özelikle İblis’in kanının da yeşil veya mavi olduğu söylenir.
Mavi ve kırmızı… İkisinin birleşiminden oluşan renk ise mor… Burada enteresan bir konu daha karşımıza çıkar. Musevilik ve özellikle Hristiyanlık’ın apokrif inançlarındaÂdem'in ilk eşi olarak anlatılan Lilith, Sümer’deki Lilitu, eski Türk mitolojisindeki Albız Kadın ve birçok başka efsanedeki benzer arketipsel özelliklere sahip diğer karakterler genellikle hep mor tenli olarak tasvir edilir. Bazen kendisinin bazen de çocuklarının kanının mor olduğu anlatılır. Egemenliklerinin kökenini kutsal bir soya bağlamaya çalışan, genellikle Habsburg Hanedanlığı ile akraba olan Avrupa’daki soylular ve kraliyet aileleri için de “Mavi Kan” tabiri kullanılır.
Konuyu deştikçe sayısız komplo teorisi üretmeye yetecek kadar çok malzeme barındıran bu binlerce yıllık hikâyelerin kökeni belki de hep bu iki farklı renkteki kanın yani soyun savaşına çıkmakta. Adem ve İblis’in çocukları… Mor kanlılar belki de melezlerdir. Kim bilir… Mavi ve Kırmızı… Sizce de çok ilginç değil mi? İnsan olmayan varlıkların hikâyesini beyaz perdeye yansıtabilmek için bilgisayarlar insanda olmayan renklere ihtiyaç duyuyor. İnsan teninde doğal şartlarda olmayan yeşil ve maviyi çıkarttığınız zaman mavi ve yeşil kanlıların hikâyesini anlatıyorsunuz.
Peki, sizin renginiz hangisi? Mavi mi kırmızı mı? Sanırım Mustafa Kemal Atatürk’ünGençliğe Hitabesi’nde söylediği sözü farklı bakış açıları ile bir kere daha düşünmemiz gerekmekte…
“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!”
Bu yazıda anlatılan konuları merak edip araştırmak ve daha çok bilgi sahibi olmak isterseniz ilk yapmanız gereken şey oldukça net aslında. Kuran’ı Kerim’in indirilen ilk ayeti çok açık! “Oku!”
Hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu?
Düşünmez misiniz?
Akıl etmez misiniz?
Akıl edenler için apaçık ortada…
80’ler Müziği
Turgut Özal, AET, Eurovision, TRT’nin ilk renkli yayınları, yılbaşından çıkan dansözler, Dallas, Turbo sakızları, Vita yağları, Perihan Abla, Bizimkiler, Ajda Pekkan ile Zeki Mürenli Alo reklamları, Renault Toros, Doğan görünümlü Şahinler, Commodore 64, Atari, röfleli saçlar, vatkalı kazaklar, rengârenk giysiler, kocaman gözlükler… Oldukça uzun liste… Daha da uzuyor saydıkça.
Bakın, hepsi de geride kaldı. Tarihin tozlu sayfalarının arasında kaybolup gitti. Bu saydıklarımı kimimiz belki hiç yaşamadı, görmedi bile. Kimimiz belki ucundan yetişti. Hatta belki de içimizden bazıları gördü, doya doya yaşadı ve artık unutmak istiyor. O sihirli on yıllık dönemden geriye kalan en sarsılmaz miras ise 80’ler müziği oldu.
Peki, hiç düşündünüz mü? O yıllardan geriye kalan şarkıları neden hala seviyoruz?“Modern Talking”, “Alphaville”, “Duran Duran”, “Depeche Mode ve benzeri grupların parçaları neden hala bu kadar keyif veriyor, seviliyor, tekrar tekrar dinleniyor?
O günlere kadar sadece gitar, davul, piyano ve bildiğimiz diğer klasik müzik enstrümanlarına sahip müzisyenlerin elinde artık yepyeni bir oyuncak vardı. Bu öyle bir oyuncaktı ki bu; daha önce hiç bilmedikleri sesleri duyuyor, isterlerse yeni sesler üretiyor ve daha da önemlisi bu sesleri kullanarak daha önce kimsenin bestelemediği parçalar aranje ediyorlardı. Müzisyenler için harika oyuncaklardı bunlar. Kelimenin tam anlamı ile “Toys for big boys”... Synthesizerlar… Ya da halk arasındaki yaygın ismi ile orglar…
Müzisyenlerin hayal âlemine daldığı, her zamankinden daha çocuk oldukları ve oyuncaklarıyla oynadıkları bu dönem 80’li yılların müziğinin temelini oluşturuyordu. Belki de bu sebepten dolayı 80’lerin müziği bu kadar naif öğeler taşımaktaydı. Armoniler nispeten diğer müzik türlerine göre çok daha basitti. Melodiler hatta sözler de çok ama çok basitti. Öyle basitti ki her şey, o zamanlar birçok kişi bu müziğe yoğun tepki gösteriyor ve hatta burun kıvırıyordu. Müzisyenler henüz yeni sesleri keşfetmekle meşgul oldukları için belki de müzikal yapıya önem vermekten daha çok yeni seslerle oynuyorlardı. Ama burada başka bir şey vardı. Bambaşka bir şey…
Dünya değişiyor, popüler kültür ve hızlı tüketim artıyordu. Bununla beraber çok iyi müzisyenlerin ellerinde harika yeni oyuncaklar vardı. Oynuyorlar, eğleniyorlar ve üretiyorlardı. Hatta o kadar çok üretiyorlar ki 80’li yıllarda yayınlanmış parça ve yeni müzisyen sayısı tüm müzik tarihinden üretilenden bile fazlaydı. Bir single yayınlayan sanatçı eğer başarılı olamazsa plak şirketleri hemen yeni birisini çıkartıyordu ortaya. O kadar hızlı ve fazla bir tüketim vardı ki başarılı olamayan müzisyen ile ilgilenilmiyordu bile. Zaten hali hazırda yeni oyuncaklarıyla oynayıp yepyeni şeyler üreten başka müzisyenler vardı ortalıkta. Hemen yepyeni bir isim çıkartılıyordu piyasaya.
Yepyeni bir çağın başlangıcıydı 80’ler. Basit, kolay tüketilir ve yormayan birçok eser ortaya çıkartıldı ve sanal dünyanın ilk ayak sesleri duyulmak üzereydi. Bu kadar çok üretim yapılmış bu altın çağın sonrasında geriye dönemin en iyi ve en sevilen eserleri bize miras kaldı. Her dönemim müziğinin kendine özgü ayrı bir güzelliği var. Ancak o dönemleri yaşamamış, hiç görmemiş olan yeni nesil bile çok seviyor 80’ler müziğini.
Oyuncaklarıyla oynayan müzisyenlerin keşfettiği yepyeni bir müzik ile tanıştık biz yıllar önce. Teknoloji ile harmanlanmış, daha önce kimsenin duymadığı seslerle üretilmiş sayısız şarkı vardı artık elimizde. İşte biz, o dönemin naifliğinden olsa gerek, aslında seksenler müziğini dinlerken kendi çocukluğumuzu tekrar yaşıyoruz. Oyuncakları ile oynayan çocukların ürettiği müzikten keyif alıyoruz.
Sevgi ve saygılarımla
Emre Gürcan
emre@emregurcan.com
Noel Baba ve Hızır... Yeşil ile kırmızının savaşı
Ho, ho, ho… Bu kahkahayı bilmeyeniniz yoktur sanırım. Uzun beyaz sakallı, güleç yüzlü, ponpon şapkalı, kırmızı kostümlü, babacan bir adam… Huzurlu, mutlu ve umut dolu bakışları ile resmedilen Noel Baba’nın nevi şahsına münhasır kahkahası… Bu eğlenceli figür yaklaşık son 30-40 yılda büyük bütçeli reklam faaliyetleri ile birlikte Türk kültürünün içine de yerleştirilmiş durumda. Yarım asırdan uzun bir süredir halkımızın zevkle tükettiği gazlı bir içeceğin bu kültürel enjeksiyona katkısı elbette yadsınamaz. Peki, kapitalizmin simgelerinden biri olan bu boyalı meşrubatın renklerini taşıyan Noel Baba’nın kırmızı kostümünün aslında yeşil olduğunu biliyor muydunuz?
Konu çok uzun ve bir yazar için çok fazla malzeme barındırıyor. O kadar çok şey anlatılabilir ki bu konuda. Ancak ben tek bir noktaya odaklanmayı tercih ediyorum. Size gazlı bir içeceğin yükseliş hikâyesi kapsamında Amarika’daki 1929 ekonomik buhranının etkilerinden söz etmeyeceğim. İlk defa 1964 yılında Bakırköy İncirli’de kurulan fabrika için yapılan istihbarat savaşlarını, fabrikanın kurucuları arasında yaşanan Habil-Kabil savaşını da anlatmayacağım. Bir reklamcının 1930 yılına kadar yeşil giyinen Noel Baba’yı kırmızılar içerisinde yeniden yaratmasının eğlenceli öyküsünden de bahsetmeyeceğim. Demre kökenli olduğu söylenen Aziz Nikolas da güzel bir başlangıç olabilirdi. Ancak dini figürlerin sekülerleşmesi kapsamında kilise ve kapital sahiplerinin kapışması da bu yazının konusu değil. Hikâyenin çok daha öncesini irdeleyelim istiyorum. Günümüzde Noel Baba olarak adlandırılan efsanevi kişiliğin tarihi kökleri içerisinde çok daha büyük gizemler bulunmakta… Önce tarihte şu yeşil kostümü giyen başka kimler varmış gelin bir bakalım.
Anadolu kültüründe Hızır olarak adlandırılan karakter arketipi bütün yeşil giyen efsanevi kişiliklerde gözlemleniyor. Hızır kelimesinin etimolojik kökeni araştırıldığında ise karşımıza yeşil kelimesi çıkıyor. Hıdrellez, Hıdır, Hızır vs kelimelerinin hepsinin anlam kökeni aynı; yeşil… Çeşitli toplumlarda, kültürlerde, dinlerde, efsanelerde hep bir yeşil giyen adam var. Bazen bir peygamber, bazen bir veli, kimi zaman doğaüstü bir varlık, bazen de bir iyilik misyonu olarak hep yeşil kostümlü bir karakterlerle karşılaşıyoruz. Adam yerine karakter diyorum çünkü kimi zaman bu kişinin bir insan değil de bir melek ya da hatta bir dünya dışı varlık olduğu inancı yaygın durumda… Peki, genellikle yeşil bir kostüm giyen, başında çift boynuzlu bir başlık ile sembolize edilen, bizim Hızır olarak adlandırdığımız olağan üstü yetenekleri olan kişi kim?
Yeşil giyen adam dendiği zaman aklımıza hemen Robin Hood geliyor. Keltmitolojisindeki tanrılardan biri olan Cernunnos’un uyarlaması olan bu masaldaki tüm dramatik ögeleri ve karakter arketiplerini Shakespeare de Herne The Horny Hunter” adlı eserinde kullanmış. Kral Arthur efsanesinde de kahramanın yol göstericisi “The green knight”, yeşil şövalye olarak adlandırılan Sir Gawain de yeşil giyiniyor. Sümer’dekiUpnapiştim, Dedem Korkut masallarında Boğaçhan’ı iyileştiren şifacı, Saltukname’de Sarı Saltuk’u alevlerden kurtaran ermiş, Köroğlu’na adını veren bilge kişi, İsmail’in gözüne mil çekilirken koşup kurtaran eren de yeşil giysiler içerisinde resmediliyor. Sadece giydikleri kostümler olarak da değil, hikâyelerde anlatılan bütün her şey birbirine çok fazla benziyor. Neredeyse hep aynı hikâye anlatılıyor.
İyilerin dostu, kötülerin düşmanı, zorda kalanlara yardım eden, Hızır gibi yetişen varlıklar… Dahası da var. Eski Türk mitolojisinde çift boynuzlu miğfer giyen OğuzKaan, Hz. Davut’un yanındaki Lokman hekim, Ayasofya inşası sırasında mimara kilisenin planlarını veren, kutsal topraklardan kutsanmış harç getiren doğaüstü varlık, Kuran’daki Zulkarneyn, Tevrat’taki Melkisedek, İskandinav efsanesindeki Kral Odin ve nicelerinin hikâyeleri hep Hızır ile örtüşmektedir. Hz. Süleyman’ın sarayında da bulunmuştur Hızır. Hüthüt kuşunun haber verdiği Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getirenin de o olduğu söylenir. Hüthüt belki de Hızır’dır. Büyük İskender’e de bazen bir kuş şeklinde görünmüştür Hızır, bazen de bir âlim olarak…
İnsanlığın ortak mirası olan bir karakterden bahsediyoruz. İsimler değişse de karşımıza hep bir Hızır figürü çıkıyor. Germen efsanelerinde Sinterklaas olarak adlandırılan (Saint Nicolaos) Noel Baba, New Amsterdam’a (New York) göç eden Avrupalılar tarafından yanlış telaffuz edilince Santa Claus olarak İngilizceye yerleşmiştir. 19. Yüzyılın ortalarına kadar çok rağbet görmese de medyada kendisine yer bulmaya başlayınca yavaş yavaş popülerleşmiş ve Hıristiyan inancı içerisinde kendisine sağlam bir yer bulmuştur.
Hızır yeşil kostümünü Amerikan dolarına kaptırdıktan sonra ise rengi değişiyor ve Noel Baba kırmızı giymeye başlıyor. İşte karşımıza kapitalizmin en büyük yeteneklerinden biri tekrar daha karşımıza çıkmakta: Bize ait olanı başka bir renge büründürüp, allayıp pullayıp yepyeni bir ürün olarak bize geri satıyor. Allayıp pullamak deyimi de oldukça ironik oldu burada. Kırmızılar içerisindeki Noel Baba üzerinden milyarlarca yeşil dolar kazanan bir sektör yine karşımızda bıyık altından gülümsemekte…
Hepinize güzel bir yeni yıl dilerim.
Sevgi ve saygılarımla…
Emre Gürcan
Atiye ve Göbeklitepe'deki keçiboynuzu ağacı
Göbeklitepe… Batı kökenli ana akım tarih tezini yerle bir eden müthiş bir arkeolojik buluş… Netflix… Konvansiyonel televizyon anlayışını tamamen değiştirmek üzere olan dijital medya devi… Bu iki kelime yan yana gelince insan ister istemez oldukça devrimci, yenilikçi ve sarsıcı bir şey bekliyor. Peki ya Atiye? Gerçekten öyle mi?
Atiye dizisi ile ilgili söylenebilecek çok fazla şey var. Zaman zaman didaktik ve kulak tırmalayıcı diyaloglar Mehmet Günsur ve Beren Saat’in performanslarını etkilese de genel olarak gayet güzel iş çıkartmışlar. Canlandırdığı karakter biraz Med Cezirdizisindeki Orkun’a benzese de Metin Akdülger’in oyunculuğu da her zamanki gibi oldukça tatmin ediyor. 35 yaşındaki Beren Saat’in annesini canlandıran 45 yaşındaki Başak Köklükaya yapılan onca makyaja rağmen hala çok genç ve güzel gözüküyor. 31 yaşındaki Metin Akdülger’in babasını canlandıran 48 yaşındaki Tim Seyfi’nin (17 yaşında baba olmuş olabilir) canlandırdığı karakter ise bana Şeytan’ın Avukatı’ndaki Al Pacino’yu anımsattı. Sosyal medyada binlercesini bulabileceğiniz bu tip yorumlardan hiçbiri yazımızın konuları arasında değil. Halüsinasyon diyemeyen 30’lu yaşlardaki psikiyatri profesöründen de bahsetmeyeceğim. (Halisilasyon gibi bir şeyler duydum sanırım bir ara)
Gerçek şu: Türk dizileri çok popüler ve gelecekte çok daha ilgi çekici olacak. Şimdiden geniş bir coğrafyada ilgi ile takip edilmekte. Bu bakir pazarlara Türk dizilerini kullanarak girmek ve pastadan pay kapmak isteyen birçok büyük oyuncu gözünü Türkiye’ye dikmiş durumda. Netflix gibi birçok Vod* platformu (*video on demand) Türk yapımları için yavaş yavaş kesenin ağzını açmaya başladı. Üstüne üstlük bütün cephanesini kaybetmiş ve kendini tekrara başlamış gibi gözüken Hollywood’un da yerel otantik hikâyelere oldukça ihtiyacı var. Ancak kemikleşmiş kuralları, kendi geliştirdiği sistemi ve alışkanlıkları bulunan bu yüz yıllık görsel anlatım sektörüne dışarıdan iş yapmak hiç de kolay değil. Her şeye rağmen bu furya Türk yazarları için çok büyük fırsatlar barındırıyor.

Türkiye’de bir ofis açıp yapılanmaya başlayan Netflix öncelikli olarak kendi yapımcılarını ve senaristlerini getirip Türk yazarları ile çalışmaya başladı. Hakan Muhafız’dan sonra projelendirilen en iddialı yapımlardan birisi olan Atiye’nin serüveni de bu şekilde gelişti. Anadolu coğrafyasının keşfedilmemiş hikâyelerini ağızlarının suları akarcasına sömürmeyi amaçlayan Hollywood doğal olarak kendi sistemini de beraberinde getirdi. Yüz elli dakikalık diziler yazmaya alışmış Türk senaristlerinin öncelikli olarak 40 dakikada hikâye anlatmaya alışması gerekli. Senaryo yazımındaki en temel kural oldukça nettir: “Beni merak ettir.” Bu konuda Pixar stüdyoları şef hikâye yazarı ve film yapımcısı Andrew Stanton çok basit bir formül önerir: “Anlattığın hikâye her ne olursa olsun seyirciye bunu 2+2 şeklinde ver. Ancak sakın 2+2=4 de deme! Bırak bunu izleyici bulsun.”
Atiye dizisindeki en temel sorun tam da burada başlıyor. Netflix için tasarlanan projede bir takım sıkıntılar var. Öncelikli olarak hikâye çok doğrusal gidiyor. Dizinin künyesinde her bölümün senaristi ve yönetmeni farklı gözüküyor. Muhtemelen bu sebepten dolayı ana akışta ve kurguda kopmalar ve aksamalar yaşanıyor. Çok uzun diziler yazmaya alışmış yazarlar 40 dakikada hikâye anlatmaya çalışırken zaman ve mekân geçişleri atlanmış ve bu durum izleyici için ara sıra sıkıntılar doğuruyor. Birçok ters köşe denemesi de çok başarılı değil. Ancak dizi ile ilgili asıl sorun bu da değil.
Dizinin en büyük vaadi gizem… Büyük bir sır veya çok büyük bir olayın deşifresinin anlatılacağı öngörüsü ile izlemeye başlanan dizinin her bir bölümünün finalinde aynı hissiyat ortaya çıkıyor: “Eeee, şimdi ne oldu?” Her bir bölümün “şimdi ne olacak” yerine “ne oldu” diye bitmesi çok sıkıntılı bir durum... Sorunun cevabının finale kalması elbette çok doğru bir tercih… Dizinin finaline taşıyacak çengellerin ilk bölümden itibaren atılması ve her bir bölümde vaadin giderek büyümesi ve finalde büyük bombanın patlaması doğru bir yöntemdir. Ancak büyük ve zorlu bu serüvende seyirciyi sürükleyecek ilmeklerin atılmamış olması seyirci için can sıkıcı bir duruma yol açar.
Formülün de oldukça basit olduğunu söylemiştik. 2+2… Küçük ipuçları, çengeller ve bilgiler ufak ufak verilip seyircinin kahraman ile birlikte sonuca gitmesi beklenmelidir. Bu şekilde izleyici hikâyenin içine girer, bütünleşir ve kendisini olayın bir parçası olarak hisseder. Bir dizinin seyirciyi kendisine bağlaması sinema filminden çok daha zordur. Sinema salonuna girdiğiniz anda aslında olay bitmiştir. Çıkıp gitseniz bile parası çoktan ödenmiş bir hizmet satın alınmıştır. Ancak dizi süreci öyle değildir. Seyirciyi aylar hatta yıllar boyu kendisine bağlayacak donelerin büyük bir ustalıkla işlenmesi gereklidir. Ve seyirci merak etmek ister.
Atiye’nin merak seviyesi tartışılır olsa da genel olarak bütün cevaplar sırası geldiğinde izleyiciye paketler halinde veriliyor. 2+2 benzetmesinde olduğu gibi cevabın 4 olduğunun seyirci tarafından bulunmasına fırsat verilmiyor. Küçük küçük ilmeklerle dokunması gereken örgünün finalde bir bütün haline izleyiciye sunulacağı hissiyatı ağır basıyor. İş böyle olunca seyircinin keşfetme arzusu törpüleniyor.
İnsanlar kendi hayatlarında sürekli sorunlarla uğraşır. Problem çözmeyi sever. İnsan kendi tarihinde hep bu şekilde zekâsını kullanıp hayatta kalmış, medeniyet kurmuş ve teknolojisini geliştirmiştir. Bu alışkanlığını hikâye dinlerken, kitap okurken, film izlerken de devam ettirmek ister. Ancak kendisine her şey hazır verilirse sıkılır, başka yere gider. Özetle müşteriyi kaçırırsınız.
Her şeye rağmen izlenebilir, keyif veren, eğlenceli bir iş olmuş Atiye. Ancak devrimci, yenilikçi ve sarsıcı bir proje değil. Netflix’in sunduğu imkânlarla Göbeklitepe’de anlatılacak çok fazla hikâye var. Atiye de güzel bir hikâye… Ancak keçiboynuzundan yapılmış çikolata tadı veriyor. Görüntüsü, şekli, tadı az çok kakaoya benzese de asla çikolata lezzeti vermeyecek ve bağımlılık yapmayacak bir tat… Biraz eksik, biraz yavan… Yaşadığımız coğrafyadaki yüz binlerce senelik kültürün bir araya getirdiği sayısız hikâyemiz var. Çok yetenekli, zeki ve iyi yazarlarımız var. Gelişen teknoloji ile birlikte hikâyelerimizi tüm dünyaya satmak için artık çok büyük fırsatlar önümüzde. Hatta bunun için 2+2=4’ten çok daha kolay formülü olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
İnsanımızı unutmayalım. İnsanı insana insanla anlatalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)